13 Şubat 2011 Pazar

Mevlana Hazretleri

Birçok Müslüman düşünür islami emirleri açıklamış va insanlara sunmuştur.
* Lakap ve unvandan kaç, manâya yürü.
* İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin. Zıt, zıttı ile anlaşılabilir.
* Her şey bir şeyi çeker. Küfür kâfiri, doğruluk doğru yola gitmek isteyeni çeker.
* Hırs ve tamah insanı kör eder.
* Balığı oltaya götüren, pisboğazlığıdır.
* Sukut denizdir, söylemek ırmak.
* İhtiyarlık akıl ihtiyarlığıdır. Saç sakal ağarmakla adam olunmaz.
* Yapılmak için, yıkılmak gerek.
* Gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde sırları görürsün.
* Soru da bilgiden doğar cevap da. Diken de topraktan biter, Gül de...
* Temiz kişiye 'yoksul 'demek hatadır. Çünkü, kalbi zengindir, o da Allah vergisidir.
* Kim din derdine düşerse, Allah öteki dertlerini alır .
* Ahmaklara verilecek cevap, susmaktır.
* Şaka ve latife, bilgi öğretmeye yarar. Ahmaklar şakayı maskaralık sayar. Ama sen ciddiye al.
* Dünya uykudaki kişinin gördüğü rüyadır.
* İnsan görüntüde cihanın parçasıdır. Fakat sen sıfat bakımından insanı, cihanın aslı olarak bil.
* Sen temizlendin mi perde açılır.. Pak kişilerin ruhu sana dönmeye başlar..
* İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin. Zıt, zıttı ile anlaşılabilir.
* Her şey bir şeyi çeker. Küfür kâfiri, doğruluk doğru yola gitmek isteyeni çeker.
* Balığı oltaya götüren, pisboğazlığıdır.
* Sukut denizdir, söylemek ırmak.
* İhtiyarlık akıl ihtiyarlığıdır. Saç sakal ağarmakla adam olunmaz.  
...* Yapılmak için, yıkılmak gerek.  
* Gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde sırları görürsün. (Mevlana) 
* İtirazcı ve iftiracılar güneşi geçici olarak örten bulut parçaları gibidirler; az süre sonra hava yine açacaktır.'' Tebrizli Şems''

Hz. Muhammedin Asıl Emeli

   Hz Muhammed (sav) 40 yaşında Kendisine peygamberlik verilmiştir. Bu 40 yaşından önce mekkeli halk tarafından çok sevilirdi ve o kadar güvenilir birisiydi ki kendisine muhammedül emin denilirdi. Kendisine peygamberlik verildiğinde ve islamın ilk emir ve yasakları geldiğinde halk isyan etmişti. önce hamur ve helvadan yaptıkları putlara tapan ve acıkınca onları yiyen halk, muhammed delirdi dediler. Fakat Hz muhammed (s) insanları onlar için doğru yola çağıracaktır.

Yüce Allah, insanlar içinden seçtiği bazı insanlara vahiy yoluyla buyruklarını bildirir. Seçilen bu insanlara peygamber denir.
Peygamberler, Allah’ın doğru yolu göstermek için görevlendirdiği elçilerdir. Onlar, yolunu şaşıran, sapıklığa, acılara ve bunalımlara düşen insanlara birer kurtarıcı olarak Allah tarafından gönderilmiştir.
Peygamberlerin ortak amacı, tek Allah inancını ve öldükten sonra dirilme ile başlayacak olan ahirete imanı sağlayarak, insanlığı dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmaktır.
Hz. Muhammed (s), Allah’ın gönderdiği peygamberlerin sonuncusudur. Allah vahiy yoluyla ve çoğu kez Cebrail meleği aracılığıyla buyruklarını ona bildirmiş ve ona ayetler indirmiştir. Kuranıkerim’de Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s) son peygamber olduğu açık bir şekilde belirtilmektedir.
“Muhammed sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab Suresi 40. ayet)
Hz. Muhammed (s) bir peygamber olarak, ona gelen ayetleri insanlara ulaştırmıştır, böylece tebliğ görevini yerine getirmiştir. Bu ayetlerde bir çok öğütler, bilgiler, emir ve yasaklar bulunmaktadır. Peygamberimiz onları insanlara bildirmiş,Allah'ın çağrısını herkese duyurmuştur.
Hz. Muhammed (s) ona gelen ayetleri aynı zamanda gerek sözleriyle gerekse davranışlarıyla açıklamış, ayetlerin nasıl anlaşılacağını insanlara öğretmiştir. Böylece Allah’ın ayetlerde kastettiği anlamlar insanlar tarafında iyice anlaşılmıştır.
Peygamberimizin peygamberlik yönünden biri de, Kuranıkerim’deki öğütleri bizzat uygulayarak, insanlara öncülük etmektir. Namazı, orucu, zekatı, iyilik etmeyi, güzel davranışlarda bulunmayı, ilk Müslümanlar Peygamberimizden görerek öğrenmiş, kendileri de aynısını yapmışlardır.
Hz. Muhammed (s) fiziksel özellikleri ve biyolojik bir varlık olarak normal bir insandır; fakat biz insanlardan önemli bir ayrıcalığı vardır: O, Allah’ın insanlar için seçtiği bir elçidir.

Hz. Muhammedin Asıl Emeli

Düşünen çocuk ve Cahiliye devri









Peygamber Efendimiz dünyaya gelmeden önce zulmün yaşandığı Cahiliye devrinde kız çocukları bile diri diri gömülüyordu...

Zalimler hükümrandı. Ve bir kurtarıcı bekleniyordu...

Eve misafir gelmişti. Küçük kız misafire “Hoş geldiniz” dedi. O kadar şirindi ki misafir çocuğu çok sevdi ve kendisine birkaç soru sordu.
“Söyle bakalım, elbiselerini kim aldı.”
Çocuk hemen yanıt verdi: “Annem aldı”
Ardından diğer sorular geldi. Şunu kim aldı, bunu kim aldı? Çocuk tüm soruları yanıtladı. Bu kez misafir farklı bir soru sordu:
“Peki, kulaklarını kim aldı?”
Çocuk şaşırdı, şöyle bir düşündü ve “Onları kimse almadı, doğduğumda takılıydılar” dedi. İslâmiyet’ten önce Araplar, kabileler halinde yaşıyorlardı. Her kabile, diğerlerinden ayrı bir devlet gibiydi. Hicaz ve Yemen bölgelerinde bazı şehirler kurulmuşsa da genellikle çöllerde çadır ve göçebe hayatı yaşıyorlardı. Üç önemli şehir, Mekke, Yesrib (Medine) ve Taif’ti.
Mekke’nin hakimi, Kabe ve civarındaki putların koruyucusu oldukları için Kureyş kabilesi, diğer bütün kabilelerden saygı görüyordu. Bu sebeple Kureyşliler, senenin her mevsiminde diledikleri yere seyahat edebiliyorlardı.
Arapların çoğunluğu putperestti. En önemli putlar, Hubel, Lat, Menat, Uzza, adlarını taşıyanlardı. Mekke’de Kabe ve civarına 360 kadar put yerleştirilmişti. Her kabilenin ayrı bir putu, her putun özel bir ziyaret günü vardı. Böylece yılın her gününde putlarını ziyarete gelenlerle dolup taşan Mekke, bir ticaret merkezi olduğu kadar, putperestliğin de merkezi haline gelmiş bulunuyordu.
“Kulaklarım doğarken takılıydı” diyen zeki kız o dönemde dünyaya gelmiş olsaydı, korkusundan asla konuşamayacak, ailesi, kız olduğu için kendisinden utanacaktı. Hatta diri diri gömülecekti.
Arabistan’da putperestlerden başka, Mûsevî, Hıristiyan, Mecusî (ateşe tapan) ve Sâbiî dinlerine mensup kimseler de vardı. Bunlardan başka, çok az sayıda, Hz. İbrahim’in tebliğinden o devre ulaşan dini esasları benimsemiş tek Tanrı inancında olan “Hanîf”ler vardı. Nevfel oğlu Varaka, Cahş oğlu Abdullah, Huveyris oğlu Osman ve Saide oğlu Kuss bunlardandı.
İslamiyetin doğuşundan önce sadece Arabistan değil, bütün dünyada zulüm vardı. İçki, kumar, kan dökme, fuhuş, cinayetler, zenginleri üstün tutup, fakirleri hor görme, kadınların hiçbir değer ifade etmediği bu dönemlerde insanlık alemi artık bir kurtarıcı, bir yol göstericiye şiddetle ihtiyaç duyuyordu?
Bu kurtarıcı kimdi, ne zaman gelecekti? Tek yaratıcının olduğuna inananlar bunu düşünüyordu. Öyle ya insanoğlu zulme battığında mutlaka bir kurtarıcı geldiğine göre, şimdi tam sırası değil miydi?
Yarın bu konuya devam edeceğiz...

BİR MANİ

Akşamdan pilavı pişirdim
Gene karnımı şişirdim
Çok mani diyecektim ama
Defteri yolda düşürdüm

Hulfu’l Fudul Cemiyeti

Savaşlar yüzünden Mekke’de de asayiş bozulmuştu. Kimsenin can ve mal güvenliği kalmamıştı. Özellikle dışardan mal getiren yabancıların malları yağmalanıyordu.Vail oğlu As, bir Yemenli tüccarın malını elinden almıştı. Tüccar Ebu Kubeys Dağı’na çıkarak uğradığı haksızlığa karşı bütün kabileleri yardıma çağırdı.Yemenlinin bu feryadı üzerine Peygamberimizin amcası Zübeyir, Kureyş’in ileri gelenlerini toplantıya çağırdı. Cü’an oğlu Abdullah’ın evinde toplandılar.
Amaçları Mekke’de zulmü önlemek, yabancılar dahil, hiç kimseye haksızlık yapılmamasını sağlamaktı. Yemenlinin malını As’tan alıp kendisine verdiler. Asayişi düzelttiler. Peygamber Efendimiz bu cemiyete üye olduğunda 20 yaşındaydı. Ve yemin edenler arasındaydı. Bu nedenle cemiyete de “Fadıllar Yemini” yani faziletliler yemini anlamına gelen Hulf’ul Fudul denmişti.

BİR HADİS

“Başkasının lafını alıp götüren (dedikoduculuk yapan) kimse, cennete giremez.” Buhari, Müslim


BİR AYET

““Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve O’na itaat ediniz ve herkes yarın için (kıyamet gününe ne amel işlediğine) baksın (yani sadaka verin ve Allah’ın emrine uygun ameller işleyin ki, kıyamet günü sevabını bulasınız) Allah’tan korkunuz, çünkü O, (iyilik olsun, kötülük olsun) yaptığınız her hareketten haberdardır.”

 
 
CÂHİLİYYE DÖNEMI




Bilgisizlik, gerçeği tanımama. İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi devri olduğu için, Arabistan'da İslâmiyet'in yayılmasından önceki devre, daha dar anlamı ile Hz. İsa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliyye" devri adı verilmiştir.

Cahiliyye, insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, onun ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kur'an-ı Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Mâide, 5/50) buyurulur. İslâm'ın hakim olmadığı ortamlar Cahiliyye çağlarıdır. Çünkü ilâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm'ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler Allah'a isyan etmiş onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı. Cahiliyye Arapları'nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:

Putlara Taparlardi

Cahiliyye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) derlerdi.

Icki Icerlerdi

Şarap içmek adeti çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)'in bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksanbirinci ayetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır (Müslim, Eşribe, 3).

Kumar Oynarlardi

Cahiliyye çağında kumar da çok yaygındı. Cahiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şairlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur:

"Ben ölürsem, sen, aciz ve konuşma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme."

Tefecilik Yaparlardi

Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve faizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar'ın bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin." (Âli İmrân,3/130) buyurmuştur.

Faiz Oranlari Cok Büyüktü

Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; "Faiz de tıpkı alış-veriş gibi" diyorlardı. Bunun üzerine inen ayette: "Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. " (el-Bakarâ, 2/275) buyrulmuştur.

Fuhus Cok Büyük Orandaydi

Cahiliyye Araplar'ı arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi. Cariyelerini zorla fuhuşa sürükleyenler vardı. Kur'an-ı Kerîm'de bu hususa işaretle: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. " (en-Nûr, 24/33) buyurulur.

Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla ilgili Cahiliyye Araplarının şu adetlerini zikredebiliriz:

Kadın âdetinden temizlendikten sonra kocası ona "şu adama git ve ondan hamile kal" derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı.

Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadın hamile kalıp da doğum yaparsa doğumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım" içlerinden birine işaret ederek "çocuğun babası sensin" derdi. O da bundan kaçınamazdı.

Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. (Buhârî, Nikah, 36)

Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir. " (en-Nisâ, 4/19) buyurulmuştur. (Şevkânî, Fethu'l-Kadir, I, 440).

Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. "Onlar: Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler (En'âm, 6/139)

Kizlari Diri Diri Topraga Gömerlerdi

Cahiliyye Arapları'nın kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde buna işaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi. " (ez-Zuhruf, 43/17), " Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman... " (Tekvir, 81/8-9), "Ortak koştukları Şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi. "(el-En'âm, 6/137)

Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına ayırıyorlardı. Onlar bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. "Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: "Bu Allah'ındır, Şu da ortak koştuklarımızındır" dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!" (el-En'âm, 6/136).

Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah'ın adının anılmasına engel oluyorlardı. (el-En'âm, 6/138).

Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu adetleri de vardı:

Deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra"* derlerdi.

Saibe*; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi. Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı.

Vasîle*; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu. Şayet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi.

Hâm* ; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı.

Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah (c.c.)'a daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı.

İbn İshak şunları aktarıyor: "Kureyş, ya Fil olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid'at ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asalet-i diniye iddiasından ibarettir." Bunlar: "Biz, İbrahim'in evladıyız, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir. Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem haricinde hiçbir şeye tazim etmeyip bütün ihtiramatımızı Harem dahilinde hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardı.

İbn İshâk devamla: "Kureyşliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı. Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan ifazâyı terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardı. Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in hâdimleriyiz" diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin İbrahim (a.s.)'in dini muktezası olduğunu biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş'e iltihak etmişlerdi.

Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar. Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi.

Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir.

Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah (s.a.s)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte diğer bid'atler de yasaklanmıştır.

Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Vedâ Hacc'ından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından Hac Emîri* olarak (Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktır" demiştir. (Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13) Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır. "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. Alaları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?" (el-Mâide, 5/104). İslâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır" (el-Mâide, 5/103).

Bütün bunlara baktığımızda, Cahiliyye'nin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz. Cahiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir.

"HUNEYN SAVASI !!!!"

Sevgili müslüman kardeşlerim ve diğerleri. Sexihuri nin hiçbir yere dayandırmadan sizi kandırdığı ve uydurduğu birkaç yalanla peygamberi ve islamı kötülediği bir olay daha. 


"
Muhammed, Havazin kabilesine baskin duzenlemis, bir cok kisiyi oldurmus ve 6000'e yakin coluk cocugu, kadin ve masum insanlari esir etmistir. Kabilenin soz sahibi kisileri Muhammed'e gelir ve esirlerin bagislanmalari icin canavarin ayaklarina kapanarak yalvarirlar.   " 



Bu olayın aslı şu şekildedir; :)


HUNEYN SAVASI

(Sevval, 8. H/630 M.)
Mekke'nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin Müsrikleri arasinda meydana gelen savas.
Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'nin fethi için Medine'den ayrildigi zaman, nereye gidecegini açiklamamisti. Rasûlüllah'in Havazin kabilesi kendi üzerlerine gelebilecegi endisesiyle savas hazirliklari yapmisti. Müslümanlar Mekke üzerine yürüyüp orayi fethedince, Havazin kabilesi artik siranin kendilerine geldigini anladilar ve savas hazirliklarini tamamlayip kendilerinin saldirmalarinin daha uygun olacagini hesapladilar. Rasûlüllah bütün Arabistan'i tevhid bayragi altinda birlestirmek kararinda oldugu için, müslümanlarla müsriklerin er veya geç çatismalari kaçinilmazdi.
Havazinliler; Taifli Sakifogullari ve diger müsrik Arap kabileleri ile ittifak kurarak kisa bir zaman içinde yirmibin kisilik bir ordu hazirlamislardi. Havazinlilerin lideri Mâlik bin Avf, bu savasin bir ölüm kalim savasi oldugunun farkinda idi. Askerlerinin bütün güçleriyle savasmasini saglamak için kabilesinin bütün çocuklarini, kadinlarini ve mallarini birlikte getirmisti. Bu hareketiyle, bir yenilginin onlar için top yekûn yok olma anlami tasiyacagini herkese anlatmak istiyordu.
Rasûlüllah (s.a.s), müsrik kabilelerin bu ittifaklarini ve savas hazirliklarini haber alir almaz derhal savas hazirliklarina basladi. Hazirliklari süratle tamamladiktan sonra 12.III kisilik bir orduyla Mekke'den çikti. Islâm ordusunun dörtbini Ensardan, bini Muhacirlerden, besbini müslüman olan Arap kabilelerinden, ikibini de Mekkelilerden olusuyordu. Hatta Seksen kadar Mekkeli müsrik de onlarla birlikte idi. Müsriklerin baslica amaci, galibiyet halinde ganimetten pay almak ve müslümanlarin durumlarini görmekti.
Islâm ordusu muntazam bir yürüyüsle Huneyn civarina geldi. Islâm ordusunun böylesine büyük bir kuvvetle savasa çikmasi müslüman savasçilar üzerinde son derece büyük bir etki uyandirdi. Hatta içlerinden bazilari isi kibir noktasina kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla yenilemeyecegini düsündüler. Bunu Rasûlüllah'a açikça söyleyenler bile oldu. Rasûl aleyhisselam bu sözlerden hiç hoslanmadi. Çünkü, ordu ne kadar büyük ve kuvvetli olursa olsun, gurur ve ihmal yüzünden darma dagin olabilirdi. Müslümanlari simdiye kadar zafere ulastiran sayilari ve kuvvetleri degil, Allah'a olan imanlari ve Allah'in yardimi idi. Bunu unutmak, kulluk bilincinin zedelenmesine ve her zaman felâketlere neden olmustu.
Mâlik bin Avf, ordusuyla Huneyn'e daha önce gelmisti. Huneyn, Mekke ile Tâif arasinda, Tihame bölgesinde birçok inisli çikisli, dar geçitleri ve gizli yollari olan genis bir vâdidir. Mâlik, vadinin dogal durumundan yararlanarak ordusunu pusuya yatirdi.
Rasûlüllah Huneyn civarina gelince bir yoklama yaparak Islâm ordusuna savas düzeni aldirdi. Ögütler vererek çarpismaya tesvik etti; sadakat ve baglilik gösterirler, güçlüklere gögüs gererek dayanirlarsa zafere ulasacaklarini müjdeledi.
Islâm ordusunun öncü süvârî birliginin kumandani Halid b. Velid idi. Ordu Huneyn vadisine dogru hareket etti. Halid b. Velid gururlu bir sekilde, düsmanin pusu kurmasi ihtimalini hiç hesaplamaksizin düsmanin isgal ettigi tahmin edilen yere dogru ilerledi. Fakat hiç ummadiklari bir anda müthis bir saldiriya ugradilar. Askerler ne yapacaklarini sasirdilar. Bu ani ve amansiz saldiri, Halid b. Velid'in komuta ettigi Süleymogullari atlilari arasinda büyük bir bozguna yol açti. Geriye dönüp hizla kaçmaya basladilar. Korku ve panik bir anda asil ordu içinde de yayildi. Ordu saskin bir vaziyette kaçismaya basladi.
Yirmi yildir çetin mücadelelerle elde edilen parlak sonuç, simdi, bu sabahin alaca karanliginda bir anda sönüp gidecek miydi? Hayir. Allah, Rasûlünü birakmaz, dünya yine sirkin karanligina dönemez, tevhid dini sönmezdi. Ufuktan günes dogmadan, sabahin alaca karanliginda, Islâm'in günesi batamazdi. Yalniz Allah'in emir buyurdugu üzere sabretmek, dayanmak gerekiyordu.
Rasûlüllah da öyle yapti. Yaninda sadece Hz. Ali, Hz. Abbas, amcasi Haris'in oglu, Ebu Süfyan ve iki oglu (ki birisi ilk anda sehid olmustur) Fazl ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd (Rasûlüllah'in azadlisi Ümmü Eymen'in oglu) ve Üsame Ibn Zeyd'den olusan sekiz kisi kalmisti. Buna ragmen büyük bir kahramanlik ve dayanaklilik örnegi göstererek yaninda kalan bir avuç müslümanla birlikte savasa koyuldu. Hz. Abbas, Rasûlüllah (s.a.s)'e bir zarar gelmemesi için atinin dizgininden tutmus, çevrelerini saran düsmani yarmaya çalisiyordu.
Bu arada, bazi Mekkeliler müslümanlarin dagilisini görünce, sevinç duygularini gizlemeye bile gerek görmeden kalblerinde bulunani dile getiriyorlardi. Çantasinda tasidigi fal oklariyla savasa gelen Ebu Süfyan b. Harb, "artik onlarin bu bozgunlari denize varincaya kadar sürer. Andolsun ki Havazinliler onlari yener" derken, Safvan b. Ümeyye'nin sözde müslüman olan kardesi Kelede, "Muhammed ile ashabinin bozguna ugradiklarim müjdelerim; artik bugün sihir bozuldu" diyordu. Uhud'da öldürülen Kureys'in sancaktari Osman ibn Ebi Talha'nin oglu Seybe ise, "Bugün Muhammed'den intikam aliyorum" diye bagiriyor, firsattan istifade ederek Rasûl aleyhisselâmi öldürmenin yollarim ariyordu.
Savasin kargasasi içinde Rasûlüllah vadinin sag tarafina dogru çekildi. Câbir'den yapilan bir rivâyete göre Rasûlüllah (s.a.s) kaçisan müslümanlara, "Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Rasûlüllahim, Ben Muhammed b. Abdullah'im" diye sesleniyordu. Fakat develer birbirine giriyor, insanlar alabildigine kaçisiyordu. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselâm yanindaki Hz. Abbas'tan müslümanlari çagirmasini istedi. Hz. Abbas yüksek sesle "Ey Akabe'de biat eden Ensar, gelin! Ey Ridvan agaci altinda bey'at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadir! Nereye gidiyorsunuz?" diye bagirmaya basladi. Bu çagriyi duyanlar "lebbeyk" diyerek kosup Rasûlüllah'in çevresinde toplanmaya basladilar.
Rasûlüllah (s.a.s), çevresinde toplanan müslümanlari muntazam bir birlik haline getirerek düsmana karsi saldiriya geçti. Çarpismanin olaganüstü bir siddet kazandigi sirada "Iste ocak simdi kizisti" buyuran Rasûlüllah, yerden bir avuç toprak alip düsmanlarin üzerine firlatti.
Çarpisma siddetle sürerken Hz. Ali büyük bir fedâkarlik ve teslimiyet örnegi göstererek Havazin kabilesinin sancaktarini öldürmeye muvaffak oldu. Bu olay müslümanlarin savas güç ve isteklerini bir kat daha artirdi. Savas öylesine siddet kazanmisti ki, düsman bu kesin taarruza karsi koyamayarak hezimete ugradi ve kaçmaya basladi.
Allah'in yardimi bir kere daha yetismisti. Allah müslümanlari sinamis, bir anlik gafletlerinin sonucunu onlara aci bir sekilde göstermisti. Bu savastan sonra nazil olan bir âyette bu durum söyle dile getirilmektedir: "Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çoklugunuzun sizi böbürlendirdigi fakat bir faydasi olmadigi, yeryüzünün genis olmasina ragmen size dar gelip de bozularak arkanizi döndügünüz Huneyn gününde yardim etmisti" (et-Tevbe, 9/25).
Rasûlüllah (s.a.s) düsmanin kaçmaya basladigini görür görmez derhal takip edilmesini emir buyurdu. Düsman gayet siddetli bir sekilde takip edilmeyle baslandi. Havazin kabilesi reisi Mâlik bin Avf yaninda az bir kuvvet oldugu halde yüksek bir tepe üzerinden ordusunun geri çekilmesini himaye etmeye çalisti. Fakat ordu ile birlikte getirdigi kadin ve çocuklari savunma basarisini gösteremedi.
Bu savasta müslümanlar düsmandan çok sayida esir ve ganimet elde ettiler. Savasta öldürülmüs olanlarin miktari sayildiginda Islâm ordusunun bes sehid, düsman ordusunun ise yetmis kayip verdigi anlasildi.
Düsman ordusu daginik biçimde ve degisik yönlerde geri çekildigi için birçok kollara ayrildi. Bir kismi Mâlik bin Avf komutasinda olduklari halde Mekke-Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kismi Batn-i Nahle'ye, bir kismi da Evtâs taraflarina gittiler.
Rasûlüllah Evtâs yönünde kaçanlari izlemek üzere bir birlik görevlendirdi. Bu birlik düsmana Mekke'nin kuzey dogusunda bulunan Evtâs'a vardi. Aralarinda son derece kanli bir savas oldu. Hatta savas sirasinda müslüman birligin komutani Ebu Amr sehid oldu. Fakat onun yerine geçen kardesi Ebu Mûsâ el-Es'arî düsman kesin bir yenilgiye ugratti.
Rasûlüllah (s.a.s) bu zaferden son derece büyük bir memnunluk duydu. Elde edilen ganimeti münasib bir zamanda müslüman savasçilar arasinda taksim etmek üzere bir sahabenin muhafazasina birakan Taif` kalesine siginan düsmani takiben Taif'e dogru hareket etti. Huneyn savasiyla Arap yarimadasinin Sirkten temizlenmesi ve tevhidin hakim kilinmasi yolunda önemli bir adim daha atilmis oluyordu .

 Peygamber düşmanı gayrimüslim tarihçiler; peygamberler, padişahlar, başkanlar gibi nice büyük insanlar yalanlanmıştır sevgili kardeşlerim bilirsiniz. Bazı zübük insanların yalanlarına kulak asmayalım.

İslam ve Terör Birbiri ile Beğdaşır mı?

Terör ve İslam Üzerine.

Akşam Gazetesi (Gülden Hanım'la)

Soru:
İslamcı-dinci terörist tartışmalarından yola çıkarak dinin devlet talebi var mı, güç kullanılmasını istiyor mu, sorusuyla başlayalım dilerseniz. Son İstanbul terör eylemleriyle güncelleyelim,11 Eylül itibariyle ortaya çıkan savaş ve terör, Hıristiyanlık-İslamiyet çatışması mı yoksa zengin Kuzey ile yoksul Güney'in çatışmasından mı kaynaklanıyor?
Cevap:
Marks, dinin özellikle sömürülen halkın afyonu olduğunu, dinle uyuşturulduğunu söyledi. zamanla bazı dinler belki Marks'ın dediği fonksiyonu icra etmiş. Sonra kapitalizmin yayıldığı ülkelerde kilisenin etkisi zayıflatılmış, kapitalizmin endüstri devriminin ilk yıllarında sömürülenler için din kullanılmıştı. Marks, bunu görmüştü. yoksulların dünyevi taleplerini erteletmede din kullanılmıştır. Dünya bütün dinlere göre bir araçtır ama bu aracın insan hayatındaki yerinin dengesi bozulmuş, kantarın topuzu fazla ahirete doğru kaymıştır. Bu dünyanın kaymağını yemek isteyenler bunu yapmıştır. Marks da bunu görmüş, söylemiş. zamanla sendikal işçi hareketleri başlamış, kapitalizmi neo kapitalizm takip etmiş. Batı, henüz kendi aydınlanmasını ve endüstri devrimini gerçekleştirememiş Doğu'ya, geri kalmış, zayıf ülkelere yönelmiş, sömürgecilik başlamış. Sömürgecilikte din, uzun süre kullanılmış. Ama yoksulu istismarına ve ülkenin gayrimüslim tarafından istila edip halka hükmedilmesine en fazla direnen din, İslam olduğu anlaşılmıştır. Bugün ABD İslam engelini aşmak için kitaplar yazdırıyor, raporlar tutturuyor. CIA'yı kulllanarak dünyanın muhtelif yerlerinde, çeşitli faaliyetler gösteriyor. Ortaya bir ılımlı, liberal İslam kavramı atıp onu yükselen değer haline getiriyor. Klasik, geleneksel, Hazreti Peygamber'in ve onun sevip örnek gösterdiği nesillerin yaşadığı İslam ise, yükselen değil, düşen değer olarak takdim ediliyor. Başka adlar veriyor: radikal, fundamental yaftaları yapıştırıyor.
Batı, sömürgecilik dönemlerinde İslam dünyasında da işbirlikçi hocalar, alimler bulmuştur. Bunlar Kandırılmış, bir kısmı bir kısmı satın alınmış da olabilir. Bunlar Ingiliz, Fransız, Alman, Italyanlar'ın istilasını hoş, makul, meşru göstermek için gayret etmişlerdir, ama tutmamıştır. Bu, yağlı bir satıh üzerine boya sürmeye benzer; boya hemen dökülür. Çünkü bu dinin dipdiri bir kitabı var. Inanmayana göre Kur'an, Hazreti Muhammed'in yazdırdığı bir kitaptır. Inanlara göre Allah'ın O'na vahyettiği bir kitaptır. Hangisine göre olursa olsun, şu noktada iki zümre birleşiyor: Bu Kur'an Muhammed Mustafa'nın ağızından nasıl çıkmışsa, bugün öyle vardır. Burası sabit bir nokta. Peygamberimizin çok güvenilir ve detaylı bir hayat hikayesi vardır . Vefatında, sakalında kaç tane beyaz tüy vardı, bu bile biliniyor. Bu dinin ötekine nasıl baktığı çok açık. Egemenlik, yoksul-zengin ilişkisi açısından bu kitapta ve peygamberin hayatında asla yorumlayarak üstünü örtemeyeceğiniz gerçekler var. Üç örnek vereceğim. Sadece iyilik olsun diye yoksullara yardım edin demiyor; hakları var, diyor. Sizin mallarınızdan mahrum olan ama istemeyen, mahrum olan ve isteyenlerin hakları vardır, diyor Kur'an. Bunu neyle örteceğiz? Teri kurumadarn işçinin ücretini verin, diyor. "Kardeşlerinizi Yani işçileri, hizmetçileri) işinizde çalıştırdığınızda yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, yapamayacağı ağır işleri yüklemeyin, yüklerseniz bizzat yardım edin!" buyuruyor. Peygamberin sözü sıradan bir adamın sözü değil, sizi bağlıyor. Müslümanlık, dün Rusya'nın, bugün ABD'nin dünya patronluğuna ve emperyalizmine en ciddi itiraz kayanağı ve referansı olabilecek dindir; ama eğer bu dinin dişleri sökülmezse. Bugün Müslümanların yüzde 90'ının eksik-fazla bildiği, yaptığı din, liberal değil, sahih İslamdır. O din de zalimlerin dünya patronluğu macerasına engeldir.

Soru:
ABD'nin iştahını kabartan topraklar Afrika'da da olabilirdi. Bu topraklarda yaşayanların Hıristiyan, putperest ya da Müslüman oluşları değil, topraklarındaki rant kaynakları değil midir iştahın ve saldırganlığın nedeni?
Cevap:
O rant sadece İslam coğrafyasına ait değil. O rant Avrupa'da, ABD'de ve Rusya'daki topraklarda da var. Zayıf Doğu'da, zayıf Güney'de de var. Sömürgecinin en az zahmetle en fazla rahmete konmak istemesi, sömürmek için zayıfı seçmesi çok tabiidir. En az zahmetle yapabilmesi için direnci kırması, direncin kaynaklarını yok etmesi lazım. Ben sahih İslam'ın hedef kılınmasının sebeplerinden biri olarak bunu görüyorum.

Soru:
İşin özü zengin Kuzey'le yoksul Güney'in çatısması ise sosyalistlerle Müslümanlar ilk kez bu kadar birbirine yaklaştı?
Cevap:
Emperyalizme dirençte Ortadoğu ve benzeri ülkeler, sosyalistlerle işbirliği yaptılar. Sosyal adalet ve sömürgecilik karşıtlığında komünisler ve sosyalistler İslam'la buluşuyor. Bir cephe edinirler korkusuyla işin ahlaki boyutu köpürtülmüştür. Komünistler şunu bunu yaptılar diye bizi Sovyet Rusya'ya düşman ettiler ve komünistleri nefretimizin hedefi-odağı, ABD'yi de sempatimizin odağı haline getirdiler. Bunu yakınarak ifade ediyorum. Bana söylenenleri nasıl bilmem, nasıl inanmam lazım geldiğini tayin edenlerin oyunlarını, provokasyonalarına karşı duracak idrak seviyesine geldiğimde anladım. Biz aslında ABD'nin sistemine daha uzağız. Bunu demokrasi olarak değil, sosyoekonomik dünya düzeni olarak alıyorum. Zenginin yoksula bakışı olarak ele alıyorum. Bize dinsizlikleri, tanrı tanımazlıkları ve ahlaksızlıkları köpürtüle köpürtüle anlatıldı. Dünya patronluğunu engelleyecek bir cephe oluşturulmasın diye sömürüye karşı olanları birbirlerine düşürdüler. Tabii, bir müslümana göre marksizmin, sosyalizmin kabul edilmesi mümkün olmayan tarafları vardır; bu sebeple ben tam bir örtüşmeden söz etmiyorum, sömürgecilik, sömürü karşıtlığı ve sosyal adalet açısından sistemleri mukayese ediyorum.

Soru:
Müslümanlar iktidarda değilse ele geçirmek için ne yapacaklar?
Cevap:
Açık seçik söyleyeyim. Dinsizlik adına insanlara zulmedileceği gibi din adına da insanlara zulmedilebilir. Dinin hem belli bir tarihteki uygulaması hem kutsal metinleri hem de amacı itibariyle gözönüne alınıp doğru anlaşılması lazım. Doğru anlaşılmamış, saptırılmış bir din anlayışıyla da o dinin amacına ters düşen kötülükler yapılabilir. Dünyanın şurasında veya burasında öyle bir İslam anlayışı ve uygulaması olabilir ki onun bugünkü çağdaş bir toplum veya devlete uygulanmaya kalkışılması halinde dinin asla istemediği bazı kötü sonuçlar ortaya çıkabilir ve çıkıyor. Aslında "çağdaş bir toplumda uygulanması" ifadesi de bir faraziyedir. Çağdaşlaşmış toplum buna imkan vermez, toplum direnir. Onların orada uygulayabilmelerinin sebebi, despotizme dayanmaları ve müslümanların uyanışının henüz olgunluk noktasına gelmemiş olmasıdır. Yanlış anlaşılmış İslamiyet'in insan hak ve özgürlüklerine verdiği zarar ile radikal laiklerin yönetimde olduğu devletin verdiği zarar eşit olabilir. İslamiyet'in devlet talebi, bir amaç değildir, İslam, bir siyasal faaliyet programı olarak gelmemiştir. İslam, kendisine inananların yaşadıkları coğrafyada Yalnızca orada) siyasal egemenliği de elde etmelerini teşvik eder.Bunun da sebebi dinin yüksek hedeflerinin gerçekleşmesi, bozulmanın engellenmesidir. Dâr'l-İslam denilen bu coğrafya dışındaki insanların ülkelerinde Müslümanların gözü olmaz. Fetihler toprak kazanmak iin değil, dünyada "İslam barışını" egemen kılmak içindir. İslam barışı bütün farklılıkları içinde insanlık için mutluluk iklimidir.Kur'an'ı okuyun baştan sona; şu dünyada da daha güzel, içinde hüznün ve kederin hakim olmadığı bir hayatı öneriyor. Dünya hayıtını ağlayarak bir lokma bir hırkayla geçirmeyi farz kılmıyor. Müslüman zengin de olabilir, ama bilir ki, bu bir imtihandır, mal ile imtihandır, bu imtihanda başarı servetle ilgili hak ve yükümlülükleri yerine getirmekle kazanılır.


Soru:
Kur'an yepyeni bir dünya düzeninin programı mı?
Cevap:
Evet. Cehennemin ateşini de Cennetin anahtarını da, bu dünyada yapmış olduklarınızın karşılığı olarak ahirete insan götürür. Dinin amacı, insanın hür iradesiyle Allah'a kulluk ederek ahirete cennetin anahtarı ile gitmesini sağlamaktır, bunun için insanlara yol gösterir. Bu amaç için bireyin kendisini toplumdan tecrit etmesi gerekmez,bu amaç toplum hayatı içerisinde gerçekleştirebilir. Ancak bunun için uygun bir zemin ve çevreye ihtiyaç vardır. Bu çağda uygun çevre olarak iki sistemden söz edilebilir: 1. Doğru anlaşılmış bir İslam'ı, hukuk, siyaset, estetik, sanat gibi hayatın bütün alanlarında kılavuz ve referans olarak kullanan siyasi ve sosyal yapı. 2. Hak ve özgürlük eksenli bir demokrasi. Mümin, Allah'ın murad ettği dünya hayatını bunlardan birinde gerçekleştirebilir. Müslüman imkan bulunduğunda bunlardan birincisini tercih eder; çünkü hak ve özgürlük eksenli bir demokratik yapıdaki genel ahlak kavramıyla doğru anlaşılmış bir İslam -ki bunda da hak ve özgürlükler sadece müslümanlar için değil, öteki için de azami ölçüde tanınır- evet bu iki sistemdeki umumi ahlak kavramları birbirinden farklıdır. Kavramı da, uygulaması da farklıdır. Birincisinde birey, İslam'a inanan ve ebedi mutluluk için dünyayı araç olarak kullanmak isteyen birey, işini daha kolay görür. Ancak bu biraz da dağda olmuş veliye benzer, şehirde olmak biraz daha zorlaşır. Çünkü kamuya açık alanda müslümanlarca adap ve ahlaka aykırı telakki edilen bir hayat vardır. Plajda, hamamda, düğünde, dernekte, gökte, yerde...

Soru:
İstanbul'daki terör eylemleri uluslararası haberalma örgütlerinin taşeron olarak kullandığı Müslümanlar mı yoksa doğrudan Müslüman örgütlerin işi mi?
Cevap:
el- Kaide açıklama yaptı, İstanbul'daki eylemleri de 11 Eylül'ü de üstlenmedi. Kendisi bir amaç için yapmışsa sahiplenmezlik de etmiyor, yapmadım demiyor. Irak'taki direnişin içinde varım, diyor. Bazı kesimlerde, el-Kaide ya da Hizbullah'ın yaptığını söyleyip bunu da bir dayanak edinerek bir tedbirler paketi hazırlama, bir kesimin üzerine gitme telaşı var. Bu hem yurtdışında hem de yurtiçinde var.
Şimdi yeni bir iktidar geldi. Bu iktidarın aktörlerinin İslamcı kökenli olduğu, geçmişlerinde Milli Görüş bulunduğu söyleniyor, kendileri ise muhafazakar demokrat olduklarını beyan ediyorlar. Böyle bir iktidar havadan inmedi. Bunları bir taban iktidara getirdi. Bu tabanın da 28 Şubat teşhis ve tedavisine karşı bir reaksiyonu var. Bu teşhis ve tedavi içine sinmiyor. "Gericisiniz, Türkiyeyi Ortaçağ'a götürmek istiyorsunuz" şeklinde kendisine izafe edileni o taban kabul etmiyor. Haklılar bence. Ömrüm boyunca tarikatlı tarikatsız, takvalı takvasız hiçbir Müslüman'ın Cumhuriyet yarine saltanatın gelmesini istediğini, propagandasını yaptığını ne gördüm ne işittim. Kerameti kendinden menkul, selahiyeti Tanrı'dan alan bir insanın halkın seçimi ve denetimi dışında iktidara gelip Mehdi gibi Türkiye'yi kurtarmasını talep eden dini bütün, beş vakit namaz sahibi bir Müslüman da görmedim. Anadolu halkının hali hazırda geldiği sonuç şu:Ülkemizi tehlikeye düşürmediği sürece hereksin yararlandığı bir yapı oluşsun. Serbest, dürüst seçimlerle iktidarlar gelsin, denetlensin ve beğenilmediği zaman gönderilsin. Bazı vatandaşlar Allah'a ya da İslam'a inanmıyorsa kendi inancına göre yaşasın, inananlar da inançlarına uygun yaşasınlar. Ama biz gökten gelmedik. Cumhuriyeti kuranlar da Osmanlı nüfusunu sıfırlayıp herhangi bir yerden, aydını ve avamı ile yeni bir halk getirip Cumhuriyet'i öyle ilan etmediler. Akşam saltanat tebası olarak yatanlar ertesi gün Cumhireyet'in tebası olarak uyanmadılar mı?. Sekizinci Yüzyıl'da Müslüman olmaya başlayan Türkler'in bin 200 yıllık bir dini geçmişi, bunun kültürü, medeniyeti, bu çerçevede ahlak ve adabı var. Müslümanlar kendi medeni ve kültürel yapılarıma, ahlak ve edep anlayışına aykırı olan davranışların, medyanın da pespaye yayınlarıyla aleni olmakla kalmayıp telkin edilir hale gelmesinden rahatsızdırlar. Saltanat ilan etmek istemiyorlar, demokratik yoldan kısıtlanmasını istiyorlar. RÜTÜK'te böyle endişeler görüyorum. Falan program, aile yapısı, gençlerin ruhi ve fizksel gelişmesine... aykırıdır, diyor. Devlet dairesinde başı açık bayan da olur, kapalı da. Namaz kılan hakim ve subay da olur, kılmayan da. Tek tipleştiremezsiniz. Halkın, AK Parti tabanının istediği budur.

Soru:
Türkiye kendi aydınlama çağını yaşasaydı irtica gibi kaygılar olmazdı ki. Hizbullah ya da el-Kaide'yi, Türkiye'deki cinayet ve bombaları nereye koymak lazım?
Cevap:
Bir dine veya ideolojiye dayandırılan terör, o dinin ve ideolojinin samimi mensupları tarafından yapılmamış olabilir. o dinin, ideolojinin mensuplarıyla ya da başkalarıyla ilgili, onlarla görülecek işleri olan devletler, bunların hazırladıkları örgütler de yapar. Kılığı, kıyafeti, yapan insanların kimliklerini de ona göre ayarlar ve onların bir kısmının ele verilmesini sağlar. Sonra da hedef tahtası yapmak istedikleri gruba izafe ederler. Terörün referansı herhangi bir din ve ideoloji de olabilir; bunlara dayanarak terör olmaz demiyorum. Her türlü dine ve dinsizliğe ve felsefeye dayalı terör olabilir. Eğer İslam sözkonusu ise meseleye şu açıdan bakmak lazım. O kimselerin imanları, samimiyetleri vardır, fakat bilgi ve eğitim eksiklikleri de vardır. Onlar Müslüman değildir demiyorum. "Ne kadar çok İslam, o kadar az terör" diyorum. "Ne kadar az İslam, o kadar çok terör" diyorum. İslamı akıl, şuur, iman, ibadet, ahlak, bilgi olarak ele alıyorum. Bu tamlık içinde İslam ne kadar çok ferdin ve grubun bünyesindeyse o kadar az terör vardır. Bu kuraldan hareketle şöyle diyebiliriz: Bir insan müslümandır, bilgisi de vardır, fakat İslami eğitimi eksiktir. Birçok iyi ve kötüyü bilir, fakat onu hayat ve davranışlarında gerçekleştiremez. Bilmek mutlaka yapmak anlamına gelmez. Bilmekle yapmak arasına eğitimin girmesi lazım. Iyi bildiğinizi yapmak, kötü bildiğinizden kaçmak için iyi bir eğitim almanız gerek. Bilmek yetmez. Eğitimiz var, fakat bilginiz yetersiz ise yine kötü şeyler, yanlış şeyler yapabilirsiniz.

Soru:
Inanmış ve bilgili bir Müslüman için Kur'an'daki dünya düzeni için cihat, Kuzeyli sömürücülerle savaşmak yok mu?
Cevap:
Yukarıda tanımladığım İslam barışını sağlamanın yolu savaş olursa, bu amaçla savaş kaçınılmaz hale gelirse savaşılır. Toprak kazanmak, sömürge oluşturmak, başkalarının hak ve özgürlüklerini ellerinden almak için değil, bunları yapanları engellemek için savaşılır. İslam barışı hak ve adalet temelinde kurulur, haksıza, zalime, saldırgana karşı haklının, mazlumun, saldırıya uğrayanın yanında yer alarak tesis edilir. Diyelim ki, bu barışı kurmak ve korumak için gücünüz yetmiyor, nizami savaş yapamıyorsunuz, İşte o zaman İşgal sonrası Anadolu'da, işgale uğramış Filistin'de, Afganistan'da, Çeçenistan'da, Irak'ta... yapıldığı gibi direniş başlar, işgal kuvvetlerine yönelik ve nizami olmayan savaş başlar, bu savaşın hedefi işgal kuvvetleri, zalimler, haksızlar olmakla beraber zorunlu hallerde başkaları da bundan zarar görebilirler. Bu çeşit savaşa işgalciler terör derler ama din, hukuk ve ahlak terör demez.
Ama İstanbul'daki olay terördür. Bu terör eylemine benzer bir eylemi kolay kolay işinde gücünde ya da okumuş yazmış üç beş Müslüman biraraya gelip de yapamaz. Terör uzmanları İstanbul'daki son eylemlerin en az altı aylık hazırlık devresi var, diyorlar. Söylediğimiz gibi samimi bir Müslüman, kendine göre düşman belli, ya vicdanından veya bir merciden fetvayı da almış cihad yapmak istiyor, böyle bir potansiyel bulunduğunda, bunları bulup yönlendiren dış güçler/çevreler, "Ben CIA, MOSSAD ajanıyım" diye gelmiyor. Gelen da sarığıyla, sakalıyla,eylemcinin tarihini dinini öğrenerek geliyor. Çok iyi yetiştiriliyor. Bir süre Afganistan'a da beraber gidiyorlar. Sonra da gelip eylemcinin kendi memleketinde kullanıyor. Kullanılan adamların tamamı satın alınmış değil. Kendi inancı gereği bunu yapıyor ama bunun perde arkasındaki asıl plancıyı unutmamamız gerekiyor. Satın alanlar ve alınanlar havaya uçmuyor. Saf ve samimi olanlar uçuyor. Daha önce söylediğim formülü tekrarlayayım: Ne kadar çok İslam, o kadar az terör.
Fetva meselesidir bu. Müslüman bir eylem yapacağı zaman bunun dinde caiz olup olmadığını sorar, araştırır. 50 senedir İslam'ı biliyorsam eğer, fıkıhçıysam bana sorulsa buna fetva veremem. İslam dünyasında birçok aklı başında fıkıhçı meşru direnişe, savunmaya yönelik eylemler ile İstanbul'daki terör eylemini bir tutmuyorlar. İslam yalnızca Müslümanların mabedini korumaz, yalnızca müslümanlara din özgürlüğü sağlamaz, diğer dinlere de sağlar, başka dinlerin mabetlerini de korur. Zorunlu ve meşru olmaksızın bir ağacı bile kesmenize izin vermez.

Soru:
O eylem sırasında ölen Müslümanların şehit olduğunu söylüyorlar.
Cevap:
Iyi güzel de birini şehit ederken siz katil oluyorsunuz; bu durumda da o cennete gider, siz cehenneme gidersiniz.. Bakın, ben buna fetva veremem. Bu eylemlere fetva veren iki makam var. Ya İslam'ı kullanıyor ya da İslamı anlamamış. Öyleyse bu bana göre az İslam. Başka bir aracı ve çaresi kalmadığında direnme ve meşru savunma hakkını, düşmana yönelik eylemler ile kullanmak başkadır, İstanbul eylemlerinde onca masumun kanına giren terör eylemleri başkadır. Bu ikisi asla ve kat'a birbirine kıyas edilemez. Bu ikinci eylemde zaruretten söz edilemez ve buna kötünün ehveni, az kötünün tercihi denemez. Hasılı bu ikinci eylem için iyi bilinen bir fıkıhtan fetva çıkmaz. Türkiye'de zaman zaman İslam'ı azaltma teşebbüsleri oluyor., İslam'ı daha çok, daha iyi bilmeyi engellediğiniz, zaman insanların az ve yanlış bilgi edinmelerine sebep olursunuz. Ayrca gerilmelerine, kinlenmelerine ve cepheleşmelerine sebep olursunuz; yine az İslam çok terör formülüne gelmiş oluyoruz.

Soru:
İslami terör örgütlenmesinde Vahhabiler mi kilit noktalarda hep? Selefiler'in Türkiye'de tutunmasının şartları var mı?
Cevap:
Selef, ilk Müslümanlar, demek. Dinde Selef, Hazreti Peygamber zamanında ve ona yakın çağlarda yaşamış, Peygamberimiz tarafından örnek gösterilmiş ilk üç nesil. Türkçesi şöyle: Hazreti Peygamberi görüp onunla yaşayanlar, onlara çıraklık edenler ve ikinci nesle çıraklık edenler. Selef dönemi, İslam'ın diğer kültürlerden en az etkilendiği ve en saf yaşandığı dönemdir. Selefiler, dini bu üç neslin anlayışı çerçevesinde anlamayı ve yaşamayı prensip edinmiş Müslümanlardır. Bunlar da ikiye ayrılıyor. Biri ilk üç nesil, biri de Ibn-i Teymiyye sonrası selefîler. Selefi anlayış zayıflayıp sonraki okullar revaç bulunca bu alim ve tabileri onu tekrar canlandırmışlardır. Gözden kaçırılan husus şu: Selefiye bir fıkıh mezhebi değil, bir inanç ve itikat mezhebidir. Selefi yaklaşım, fetva konusuyla değil, inanç konusuyla alakalıdır. Allah'ı anlatan bir ayet aklıma aykırı değil ama kavrayamıyorum. Aklımın kavrayacağı bir tanıma indirgeyerek mi kabul etmeliyim? Ya isabet ettiremezsem? Allah'ın sıfatını o olmayan bir şekle indirirsem? Öbür tarafta da kavrayamama, kavramadan inanma riski var. Bu riski, bu mahzuru öne çıkaran alim, "Kavradığım bir takım ilkelerle çelişen metinleri uyumlu hale getirmek için benim akli kalıplarımı kullanmam gerekir" diyor. Bunun adına yorum deniyor. Gaip alemiyle Allah ve ahiretle ilgili ayetleri aklımın kavrayacağı bir şekilde yorumlamalı mıyım sorusunun cevabından çıkmıştır Selefilik. Bunlar diyor ki etmem! O gaip aleminin gerçekliğini değiştirme tehlikesi, A'yı B'yapıp B'ye inanma tehlikesi vardır. Selefi düşünceye göre, "dini metinlede geçem Allah'ın elinin kendi elim gibi olmadığını biliyorum ama nasıl olduğunu bilmiyorum. Nasıl olduğunu öğrenmek için de kafamı yormuyorum çünkü bu beni aşar".
Vahhâbîler de Selefiler'in bir versiyonu. Bir dönem onları Muhammed Bin Abdül Vehhab temsil ettiği için onun talebeleri ve etrafındakilere Vahhabi denmiştir. Selefiler'in fetva olarak mezhebi Vahhabilik değil, Hanbelilik'tir. Bugün yaşayan dört mezhep vardır: Hanefi, Şafii, Mahliki, Hanbeli. Dördü de Sünni mezhebidir. Suudi Arabistan'da Hanbeliler çoktur. Ahmed b. Hanbel isimli alime atfedilen Hanbelilik kabul görmiş bir fıkıh mezhebidir. Ahmed b. Hanbel, Imam Şafii'nin talebesidir.
Soruyu şöyle sormak lazım: Teröre referans olma açısından Hanbeli mezhebi Hanefi ve Şafii mezhebinden daha uygun mudur?
Bana göre cevap şudur: Fıkhı, mezheplerin hüküm ve fetvalrını belli bir dönemde dondurursanız, bu az İslam olur; yani bilgi noksanlığıdır. Ben diyorum ki, dondurulmuş, tarihi şartları göz önüne alınmamış, üzerinde kafa yorulmamış olduğu sürece dört mezhebin dördünden de bir terör eylemine referans çıkarabilirsiniz. Bunu da alıp Vahhibilik'e bağlamanın anlamı yok. Afganistan Vahhabi değil ki. Büyük çapta Hanefi'dir. Diyarbakır civarı şafii'dir. Iyi fıkıh okumuş Şafii melle-alimler vardır. O bölgede terör olmuyor mu? Terörün kaynağı, falan mezhep, falan din diye yanlış yerde aranıyor. Diğer amiller, sebepler yanında "eksik ve az İslam" da aramak gerekir.
SONUÇ
Müslümanların karıştığı ya da karıştırıldığı terör eylemlerinde ya Müslümanların dahli yoktur. Başkaları yapmış ve onlara fatura etmişlerdir ya da buna bir kısım Müslümanlar, "az İslam yüzünden" bilerek bilmeyerek alet olmuşlardır. Doğru anlaşılmamış, hazmedilmemiş, eğitimle kişiliğin içine yerleştirilmemiş Müslümanlıktır. Öyleyse biz terörün amillerini, kaynaklarını bulmak istiyorsak herhangi bir din, sistem ve ideoloji mensuplarının bütününü suçlayıcı bir tavırla yola çıkmamalıyız. Bu çıkar yol değildir. Terör olduğunda hemfikir olduğumuz bir eylemde dini bütün Müslüman'ın bulunması mümkün değildir. Insaf edelim. Bir buçuk milyar Müslüman'ın içinde kaç terörist var? Usame Bin Ladin Hanbeli ise onun Afganistan, Pakistan hatta Türkiye'den adamlarının her birinin mezhebi farklı. Selefiler de selefilere terör uyguluyor. İşte Suudi Arabistan'daki terör eylemleri. Terör eylemlerinde muhakkak büyük planın parçasını aramak lazım bu bir, Ikincisi de eksik İslam.
Fıkıh, dinin ibadet, sosyal hayat, insan-insan, insan-Allah, insan-eşya ilişkisi, yapıp etmekle ilgili olan kısmının bilgisidir. Inanç bilgisine de tevhid ve akaid denir. Fıkıh sorusu fetva sormaktır. Fıkıhla ilgili soruya cevap vermek fetvadır. Cevap verene "müfti", Türkçe'de "müftü" denir.

Kuran ilk okunduğu zaman neler hissedersin.

İnsanlara "Oku" emriyle peygambere indirilen kitap islamın güzelliklerinden bahsediyor. İnsanların dünyada daha mutlu yaşamaları ve sonunda ahirete bu yaşamları neticeleri olan cennet ve cehennemi vaat ediyor. İslam ilk geldiğinde insanlaro kadar sapıtmış ki kız sahibi olmak bir utanç diri gömülüyorlardı. Kadını yerden alıp "cennet annelerin ayaklarının ayaklarının altındadır" gibi güzel bir yere getiren dinimizdir. insanların alkolden, kumardan, zinadan, her türlü pislik ve kötülükten uzaklaşmasını ve bunları yapan insanları ya engellememizi yada kalben buğz etmemizi emreder kuran. Allah kuranda belirtmiştir. İstediğini istediğine veren ve istediğini istediği zaman allahtır.
 Sadece ayetlerin ortalarına bakarak insanlar hakkında yapılan benzetmeleri lehine kullanan gayrimüslimler neden hepsini açıklamıyorlar.
- Din adına savaşın diyor hazreti Allah. Din olmazsa çünkü insanlar sapıtırlar kızlarını diri diri gömerler. Alkol kullanır birbirlerinin karıları kızlarına zina yaparlar.
- İnsanlar kendilerini ilah gösterirler din olmazsa  (şirk koşma da denir)
"...Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın Katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz." (Ankebut Suresi, 17)


DAHA DİN OLMAZSA NELER OLUR BİLİYOR MUSUNUZ?

Dinsiz bir ortamda öncelikle aile kavramı ortadan kalkar. Aileyi oluşturan sadakat, vefa, bağlılık, sevgi ve saygı gibi değerler tamamen yok olur. Unutulmamalıdır ki aile, toplumun temelidir ve
eğer aile çökerse toplum da çöker. Dolayısıyla devlet ve millet olmanın bir anlamı kalmaz, çünkü devleti ve milleti oluşturan tüm manevi değerler yıkılmış olur. Ayrıca dinsiz toplumlarda kimsenin kimseye saygı, sevgi ve merhamet
duyguları duyması için bir neden kalmaz. Bunun sonucunda ise sosyal anarşi oluşur. Zenginler fakirlere, fakirler zenginlere kinlenir, sakat veya muhtaç olanlara karşı kızgınlık oluşur. Farklı kavimlere karşı saldırgan olunur, isçiler patronlarına patronlar isçilerine, baba okula oğul babaya karşı saldırganlaşır. Sürekli kan dökülmesinin, gazetelerdeki "uçuncu sayfa haberleri"nin nedeni dinsizliktir. Bu haberlerde her gün gözünü kırpmadan ve çok sıradan sebeplerle birbirlerini öldüren kişilerin haberleri verilir.Oysa ahrette hesabini vereceğini bilen bir insan, silahı başka bir insanin yüzüne doğrultup onu öldüremez. Allah'tan korkar ve kötü
hesaptan kaçınır. Allah insanları bozgunculuk çıkarmaktan Kur'an'da şöyle men etmiştir:

Düzene konulmasın (ıslah)dan sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkarmayın; O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. (Araf Suresi, 56)

İntiharların bu kadar yaygınlaşmasının temelinde de dinsizlik vardır. İntihar eden aslında cinayet islemiş olur. Örneğin kız arkadaşı kendisini terk ettigi için intihar etmeye kalkışan kişi sunu
düşünmelidir: O kız sakat kalsa, yaslansa veya yüzü yansa onun için intihar etmeyi düşünür muydu? Elbette düşünmezdi ama bakımlı ve
sağlıklı gördüğünde onu gözünde büyütür, Allah'tan, ahretten ve dinden daha önemli görerek onu Allah'a ortak koşmuş olur. Onun için
ölmeyi göze alır. Ama Kur'an'a bağlı bir insan bunu kesinlikle yapmaz, böyle bir düşünceyi bir an olsun aklından dahi geçirmez. İnanan bir insan ancak Allah rızası için yasar ve Allah'ın kendisine dünyada verdiği her turlu zorluk ve sıkıntı karşısında sabreder. Ve bu sabrın
karşılığını hem dünyada, hem de ahrette kat kat fazlasıyla alacağını unutmaz.Dinsiz toplumlarda hırsızlık da çok yaygın olur. Hırsızlık yapan
kişi eşyasını çaldığı kişiye nasıl bir sıkıntı verdiğini düşünmez. Karşısındaki kişinin 10 yıllık emeğini 1 gecede alıp gider, o kişinin ne kadar mağdur olacağını hiç hesaplamaz. Karşısındaki
kişiye acı verdiği gibi kendisi de vicdan azabı ile ayrı acı çeker. eğer vicdan azabı çekmiyorsa bu, onun için daha da kötüdür. çünkü böyle bir insan her turlu ahlaksızlığa açık hale gelmiş demektir.
Dinsiz toplumlarda misafir ağırlama, insanların birbirleri için fedakarlıklarda bulunmaları, dayanışma, cömertlik gibi değerler tamamen ortadan kalkar. Herşeyden önce insanlar birbirlerine insan olarak değer vermezler çünkü birbirlerini maymundan evrimleşmiş varlıklar olarak görürler. Bir insan,maymundan evrimleştiğini düşündüğü bir insana hizmet etmek, onu ağırlamak, ona güzellikler
sunmak istemez. Bu düşüncedeki insanlar birbirlerine değer vermezler. Kimse kimsenin sağlığını, huzurunu, rahatını düşünmez.
İnsanlara bir zarar dokunmasından endişelenmez, buna engel olmaya
çalışmaz. Örneğin, hastanelerde ölmek üzere olan insanlar sedyelerde uzun sure bırakılır, onlarla hiç ilgilenen olmaz. Veya son derece
sağlıksız ve temizlikten uzak şartlar altında isletilen bir lokantanın sahibi, orada yemek yiyen insanların sağlığına vereceği
zararı hesaplamaz. Ancak kendi kazanacağı paranın derdine düşer. Bunlar günlük hayatta sik karşılaşılan birkaç örnektir. Burada
önemli olan mantık, kişilerin ancak bir çıkar karşılığında birbirlerine iyi davranmaya yanaşmalarıdır. Oysa Kuran ahlakında
insanlar birbirlerine Allah'ın birer kulu olarak değer verirler. İyilik yapmak için bir çıkar gözetmez, aksine sürekli iyi isler
yapıp hayırlarda yarışarak Allah'ın rızasını kazanmaya çalışırlar.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Sexyhuri :
İnanmayanların cehennemde kaynar su içeceğini söyleyen (Ibrahim: 17)

İbrahim
16. Hüsranın ardından da cehennem vardır. Orada kendisine irinli su içirilecektir.

17. Onu yudumlamaya çalışacak fakat boğazından geçiremeyecektir. Ona her yönden ölüm gelecek fakat ölmeyecek, arkasından da şiddetli bir azap gelecektir.



Neticede her inatçı, zorba zalim hüsrana uğradı.
İş bununla bitmeyecek, ardından cehenneme girecek.
Orada kendisine kanlı irinli su içirilecek, yutmaya çalışacak ama boğazından geçiremeyecek.
Ölüm her yandan ona geldiği halde yine de ölmeyecek.
Bunun arkasından da pek şiddetli bir azap daha vardır.